SELAMUNALEYKUM Allah Cennete mi Cehenneme mi gideceğimizi biliyorsa bizi neden yarattı? soru kafa takıldı araştırdım birde burda sormak istedim aslında soru aşagıdaki link te geçen bir konuşmada geciyor 02:46 ile 02:52 arasında geçen bir konuşma Video - Abdulaziz Bayindir - Allah Kiminle Allah(CC) insanların babası Âdem’i topraktan yarattı ve meleklere ona secde edin, buyurdu. İblis, “onu topraktan beni ateşten yarattın. Ben ondan üstünüm” dedi ve secde etmedi. Cenab-ı Allah şeytanı kovdu ve lanetledi. Şeytan da “hâlis kulların hâriç onların hepsini saptıracağım” dedi. AllahuTeala, cemâlinin nurundan ilk önce Muhammed SallAllahu Aleyhi Vesellem’in nurunu yarattı. Bu, bir hadis-i kudsi’de şöyle bildirilmiştir:“Muhammed SallAllahu Aleyhi Vesellem’i yüzümün nurundan halk ettim.”Bu durumu, Peygamber Efendimiz de şöyle beyan etmektedir:“Allah, önce ruhumu yarattı Buduaları okuyan kişide ne sıkıntı ne bunalım nede başka bir ruhi sıkıntı kalır. Hepsi Geçer gider Allah ın izni ile sonuçta bu rahatsızlıklar cinlerin ve şeytanların vesvesesindendir. Bu dualar ile onlardan %100 kurtulursunuz. Dikkat : Okuma sırasında sıkılma bunalma daralma olursa bilinki bu sizi rahatsız eden yani Bendeçok sormuşumdur bu soruyu Allah' ı kim yarattı neden bu konular gizli kaldı, neden insanlar şüpheye düşüyor neden hiç detay verilmemiş net bir cevap veren yok bu konu hakkında. 24 Ağustos 2018 #9 R. rtakak Profesör. Katılım 24 Temmuz 2018 Mesajlar 2,062 13. Müellif: MUSTAFA ÇAĞRICI. Yaratmanın Arapça karşılığı olarak İslâmî kaynaklarda en sık geçen kelime halk tır; sözlükte “yaratmak, meydana getirmek, bir şeyden yeni bir şey icat etmek, imal etmek, ölçüp biçmek (takdir)” ve mecazen “yakıştırmak, uydurmak” gibi lLMepD. Allah insanı neden yarattı? Allah insanları imtihan için yaratmıştır. Fakat, Onun ilmi bakımından evvel, ahir, mazi, muzari, hal ve istikbal söz konusu değildir. Çünkü o her şeyi olduğu gibi ve olacağı gibi bilmektedir. Allah insanı cennet veya cehenneme gideceğini bildiği halde neden yarattı? Bu soruda bir algı hatası bulunmaktadır. Allah Teala her şeyi bilmesi yani cehenneme kimlerin gideceğini bilmesi o kimseleri cehenneme zorlaması anlamına gelmez. Allah bunları neden yarattı diye sorulacak olursa bu sorunun mantığı şöyle olur Allah Teala cennetlikleri ve cehennemlikleri bilmesine rağmen, bildiği şeyleri niye yaratıyor? Yani bu soru sadece cehennemi bilmesi ile sınırlandırılmamalı bilakis Allah’ın yarattığı her mahlukat ile ilişkilendirmesi lazımdır. O zaman sorumuza gelecek olursak Allah Teala mahlukatı neden yarattı? Bu soru çok sık sorulan bir sorudur. İnsanı, evreni ve alemi neden yarattığı ezelden beri insanlar tarafından merak edilmektedir. İnsanın yaratılışı ile ilgili olarak imtihan geçmektedir. Bazı alimler demişlerdir ki bu sorunun akli bir cevabı yoktur. Çünkü Allah’ın ilmine insan aklının tam anlamıyla vakıf olması mümkün değildir. Çünkü Allah’ın bildiği bizim bilmediğimiz şeyler birbirine kıyaslanamaz bile! Dolayısıyla insan bağlamında bunu imtihan ile açıklanmanmaktadır. Fakat bu soruyu evren neden yaratıldı olarak ilişkilendirilince cevapta farklılık gösteriyor. Soru şu kişi Allah sadece dünyayı yaratabilirken evreni neden yarattı? Bunlardan güneş ve ayın bize faydası olduğunu düşünürsek bunun dışındakileri yaratmaya bilirdi, diye soru yöneltilebilir. Bu kadar yedi kat sema, kürsi, arş, 18 bin alem… Peki bunları yaratış sebebi nedir? Allah bilir. Hani insan aklı soruyor niye yarattı diye ama en iyisini Allah bilir. İnsan aklı her şeye cevap veremiyor ki! Yani bu akıl daha kendisini tarif edemiyor iken her şeyi bilmek istiyor. İnsan her şeyi bilemez ki! Çünkü akıl denilen şey buna mısait değildir. Kişi aklın kendi sinin tarifini başlayarak aczini anlayabilmesi söz konusudur. Kişi bunu idrak ederek meseleye farklı bir açıdan bakmasında fayda vardır. İnsan Neden Yaratıldı? İNSAN VAROLUŞU GEREĞİ kendi varlığını, çevresini sorgulayan ve sorgulamalarına bir cevap bulamadığı sürece tatmin olamayan bir yaratılışa sahiptir. Kendisini varlık âlemine gönderen Zât’ı tanıdığı ve bu sınırlı hayatın içerisinde neden var olduğunu tanımlayabildiği ölçüde bir huzura kavuşabilir. “Nereden geliyorum, nereye doğru gidiyorum?” gibi temel sorularına cevaplar ararken, çevresindeki diğer varlıkların sundukları ipuçlarını kullanabildiği için, aradığı cevaplara ulaşması ve bu cevapları sınaması bir derece daha kolaydır. Ancak, kendi hayatını anlamlandırmak için sormak zorunda kaldığı “Ne için varım? Varlığımı anlamlandıran gerçek nedir?!” tarzındaki sorgulamalarında, çevresindeki mahlûkatın varlığını anlamlandıran cevaplarla yetinmesi mümkün değildir. Bu nedenlerle, insanlığın ve özellikle her bir insanın kendi hayatının anlamını bulması gereken yer, ya insanın kendi varlığıdır, ya da kendisini Yaratanın makamıdır. Oysa, bu tarz sorgulamalarda vahiy ancak yol gösterir, aklı devre dışı bırakacak derecede aşikar cevaplar vermez. Kendi hayatının anlamına dair sorularına cevaplar bulabilmesi, kendisini yaratan ve hayata gönderen Zât’ın sunduğu ipuçlarını değerlendirerek, kendisini diğer varlıklardan ayıran özelliklerini sorgulamasıyla mümkün olacaktır. İNSANIN ÖZEL KONUMU Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın, kendine muhatap olabilir bir istidatla yarattığı insanın kâinattaki durumu, diğer varlıkların tümünden daha ileri ve daha risklidir. İçerisinde yaşadığı âleme nazarını salan akl-ı selim bir insan, en mutlu yaşayanların ve başarıya zorlanmaksızın ulaşanların, önce bitkiler, sonra da hayvanlar olduğunu görecektir. Mutsuz bir bitki veya bir hayvan yoktur, bu dünyaya mutlu ve başarılı bir yaşam sürmeleri için gönderilmişlerdir. Donanımları da böyle bir yaşam için oldukça uygundur. Meleklerin durumu da farklı bir açıdan hayvanların durumu gibidir. Onların da huzurlarını bozacak nefisleri, benlikleri, kavga sebebi olabilecek hazıra yönelik yoğun istekleri yoktur. İnsan ise ne melek, ne de hayvandır. İkisinden de aldığı yönler olmakla birlikte, huzurunu ve lezzetini bozacak farklı donanımları da vardır. Melek ve hayvan karışımı olarak yaratılmak bile yeter derecede bir problem iken; ayrıca, ikisinden de çok farklı olarak akıl ve enaniyet gibi soru ve isyan sebebi olabilecek özelliklerle donatılarak yaratılmıştır. Hazır lezzetinin içerisine geçmişin elemleri ve geleceğin kaygıları katılan insanın, gerçek bir lezzeti tatması, yaşadığı kaygılar ve elemler sebebiyle imkânsızlaşır. Bu imkânsızlıklar içerisinde ne ibadet, hamd ve senâ cihetiyle meleklere yetişebilir, ne de lezzet ve faydalanma cihetiyle hayvanları geçebilir. Diğer taraftan insanın zemini, meleklerin bulunduğu zemine oranla kaygan ve sislidir. İnsanın hayat sürdüğü zemin, hayrın ve şerrin karışımından oluşturulmuştur. Üstelik bir de lezzetlere aşk derecesinde meftun bir yoldaşı vardır insanın Nefis. Bu nedenle, lezzetlere aşık bir nefis sahibi mahlûk olarak, insanın günahlara düşmeden yaşaması, istisnalar hariç mümkün olamamıştır. Yaratıcının varlığının doğrudan hissedilmediği bir vasatta, sahiplenmeye şiddetle meyilli bir benlik sahibi oluşu, nefsin verilişi, nefis sahibi bir varlık olarak insanın hayır ve şer denkleminde yaratılışı birlikte düşünülünce, açıkça görülmektedir ki, insan günahsızlık mertebesine erişebilmesi için yaratılmamıştır. Meleklerde neredeyse kaçınılmaz bir şekilde açığa çıkan ibadete karşılık, insan ibadetini, kendi iradesini kullanarak gerçekleştirebilir. Bu durum, insanın ibadetlerindeki verimini düşürmektedir elbette. Öyle ise, meleklerin mükemmel ibadetlerine karşılık, sönük ve hatalarla dolu bir ubudiyetten başka birşey elinden gelmeyen insan, neden yaratılmıştır? İbadetleri mükemmel bile olsa yaratılmasına neden ihtiyaç duyulmuştur? Yaratılmasına ihtiyaç duyuldu ise, bu durum, Yaratıcının yaratılmışa bağımlı olması gibi bir çelişkiyi ortaya çıkaracaktır. İhtiyaç duyulmadıysa, yaratılmasının arkasındaki gerekçe ne olabilir?1 ÖZETLE VAROLUŞ GERÇEĞİ2 “Ben gizli bir hazineydim. Açığa çıkmayı diledim.”—Hadis-i Kudsî Seyredebildiğimiz âlemdeki varlıklarda açığa çıkan fiillerde iki temel saikle karşılaşırız. Birincisi, ihtiyaç’tan kaynaklanan fiilerdir ve yalnızca yaratılmışlara özgü bir eylem biçimidir. İhtiyaçlar, yerine getirilmediği takdirde, kişiyi aciz bırakan bedensel ve maddî gerekliliklerdir. Ağaç için toprak ve su gibi, insanlar ve hayvanlar için solunum gibi, yemek, içmek gibi... Bu faaliyetlerin tümünde fiilin yönü, dışarıdan içeriye doğrudur. Muhtaç olan varlık aciz duruma düşmemek için ihtiyaçlarını dış âlemden karşılar. İkinci tarz faaliyete geçirici’ sevkedci ise, erdemdir. Erdem sahibi varlık, sahip olduğu güzel ve mükemmel sıfatların gereği olarak harekete geçer. Sahip olduğu sıfatın gereği olarak harekete geçmediği takdirde, kendisi aciz duruma düşmez; ancak, sahibi bulunduğu o sıfata gölge düşer. Örneğin bir hekim için, bir trafik kazasında yaralanan insanlara yardım etmek hekimlik’ sıfatının gereğidir. Bu yardımı yerine getirmediği takdirde, hekim olan şahıs acziyete düşmez; ancak, sahip olduğu sıfatın gereğini yerine getirmemiş olur. Bu durum ise, o sıfatı çirkinleştirir. Yine, cömertlik sıfatı, ihsan etmeyi gerektirir. Neticesinde ihsanın olmadığı bir cömertlik tasavvur edilemez. Erdem sahibi varlıkta açığa çıkabilecek bu tarz fiillerde, eylemin yönü içeriden dışarıya doğrudur. İçerideki sıfatsal zenginlikler, manevî güzellikler, kemâl mertebedeki erdemler dışarıda tezahür etmek isterler. Örnekleyerek açacak olursak, nasıl ki Mozart’ı beste yapmaya, Yunus’u şiirler söylemeye, Mevlânâ’yı Mesnevî’yi yazmaya, özlerinde var olan coşkular ittiyse ve bu coşkularda en küçük bir çirkinlik yoksa, neticelerde çirkinlikler değil güzellikler açığa çıktıysa; bilinmez ve kavranamaz derecede yüksek coşkular, sıfatlar, kemâl mertebede erdemler sahibi olan Zât’ı Akdes de, zâtındaki tarifinden aciz kaldığımız coşkuyu ve kemâli yaratmakla meydana koymuştur. Nasıl ki beste dinleyicisiz olmaz, şiir okuyucusuz yerini bulamaz.. bu bilinmeyen ve tanınmayan Yaratıcı, meydana koyduğu bu coşkulu varlıklar bestesini, kâinat orkestrasını muhatapsız bırakmayacak, muhatap olacak şuurlu varlıkları mutlaka yaratacaktır. Öncelikli olarak bu mükemmel besteye muhatap olanlar, şuur ve idrâk kabiliyetleriyle donatılarak yaratılan meleklerdir. İşte, melekler şuûrlarıyla, eserdeki ve yaratılıştaki harikulâdeliğin ve kemâlin ayrımına varmakta, sanatlı eserlerde ve rahmetli fiillerde yansıyan kemâl ve cemâlin sahibini idrak etmektedirler. Âlemlerinde uyanan duyguları hamd ve tesbih ile Rablerine arz ederek yerine getirdiler ve getirmektedirler. Ancak melekler perdesiz bir bakışa imkân verecek bir donanımla, yine gerçeğin perdesizce, doğrudan ve düşünmeksizin görülebileceği bir ortamda varolduklarından, tasdik ve itaat onlar için neredeyse kaçınılmazdır. Onların itaatleri bir robot gibi değildir; ama, bir annenin bebeğini sevmesi gibi de kaçınılmazdır. Hatta daha derin bir algılamayla, daha derin bir sevgi ve tasdik ile yaratıcılarına bağlıdırlar. O’nun eserlerini de aynı derinlik ve saygı ile seyreder, hamd ve senâlarını doğrudan O’nun zâtına sunarlar. İnsan ise, kâinatta kendini gösteren cemâl ve kemâle özgür ve özgün bir muhatap olarak yaratılmıştır. Oysa, Yaratıcının varlığının, kudretinin, azâmetinin ve icraatlarının doğrudan görülebildiği, Zât’ının otoritesinin perdesiz yaşandığı bir ortamda, insandaki özgürlüğün açığa çıkması mümkün değildir. Bu nedenle kemâl mertebedeki sıfatları şiddetle görünmek istediği halde, hikmetinin gereği olarak iradesiyle Zât’ını gizleyecektir ve gizlemiştir. Yağmur artık buluttan gelecektir, tohum toprakta çatlayacak, neşv-ü nema bulacaktır. Yemek ateşte pişecek, susuzluk su ile giderilecek, ayaklarla yürünecek… her şey için bir sebep bulunacaktır. Böylece melekler katında doğrudan O’nun kudretinin sanatlı birer eseri olarak görülen varlıklar ve haller, insanın bulunduğu mertebede sebeplerin araya girmesiyle perdelenecektir ve perdelenmiştir. Yaratıcının kendisinde var olan sıfatların gereği olarak gerçekleştirdiği fiillerin perdelenmesi, insandaki özgürlüğün açığa çıkabilmesi için gereklidir, ancak yeterli değildir. Özgürlüğün diğer bir gereği ise irade’dir, yani tercih yapabilme yeteneğinin varlığıdır. Yaratıcının insana sunmuş olduğu irade’ ise, ancak tercih imkânının bulunduğu bir ortamda gelişebilir. Tercih ise yol ayrımlarını, zıtların araya girmesini gerektirecek, bu süreç nihayet hayrın ve şerrin yaratılmasıyla sonuçlanacaktır. İşte, hayır ve şer nihayetsiz çeşitlilik içerisinde yaratılmış ve insanın zemini bunlarla donatılmıştır. Böylece insan, mahiyetine yerleştirilmiş olan özelliklerin, yani insaniyetinin açılımı için bir eğitim ve imtihan sürecine tabi tutulacaktır. Ancak, bu insanî açılımın bir netice verebilmesi için, işleyen sürecin bir sınırı, bir sonu olmak zorundadır. Çünkü insan, anne karnındaki gelişim sürecinin bir sınırı olması ve bu sınırın dünya hayatına açılması gibi, özünde meydana gelen gelişimin ve açılmın karşılık bulabileceği bir ortama, asıl vatanı olan ahiret âlemlerine alınacaktır. Öyle ise hayır ve şer ortamında işleyen süreç sınırlandırılacaktır. İşte, bir sınır olarak ömür tayin edilmiş, ölüm takdir edilmiştir. Bu kâinatta işleyen nihayetsiz kerem ve hikmet var olan herşeyi bereketlendirmektedir. İsraf olmadığı gibi, bereketlendirici sebeplerle daima en azamî bir noktada verim alınmaktadır. Öyle ise bu işleyen süreç, en üst düzeyde bereketlendirilecektir. Bu nedenle de hayır ve şer tahrik ettirilecektir. İşte birer tahrikçi olarak ilham melekleri hayrı çoğaltmak üzere yardımcı olarak insanın yanına verildiği gibi, şeytanlar birer şer tahrikçisi olarak başına musallat edilmiştir. İnsanın, bu perdeli diyarda neden var oluğunu, nereden geldiğini ve nereye gittiğini, kim tarafından ve hangi amaçlarla gönderildiğini, neyin hayır ve neyin şer olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. Tüm bunlar ve ihtiyacı olabilecek her türlü ilahî tarif, talim ve bilgi Kur’an olarak önüne konulmuştur. Tüm bu maksatların yaşayan bir numunesi olarak Peygamber önüne rehber ve imam olarak tayin edilmiştir. Artık insan neyi, nasıl ve niçin yapması gerektiğini kesin olarak bilecektir. İnsanın mahiyeti bu perdeli diyarda, perdesiz bir muhatabiyeti yakalayabilecek donanımla var edilmelidir ki, perdelerin arkasında yitip gitmesin, gerektiği gibi yolunu bulabilsin. Bu nedenle, Zat’ının sıfatlarını en derinden algılayabilmesi için lezzetlere aşık bir nefis verilmiş, önüne ise lezzetlerin binbir çeşidi ikram olarak serilmiştir. Böylece insan, kendisini yaratarak hayata gönderen terbiye edicisinin sıfatlarını, meleklerin görerek algıladıkları bir mertebeden çok daha derin bir noktada yaşayarak algılayabilecektir. Ancak bu yakın lezzetlere aşık nefsin, çok yüksek gayelerle yaratılan insanın, yaşantısını lezzetlerle tarif etmeye çalışmaması için, özgürlüğünün perdelenmeyeceği sınırlara ihtiyacı vardır. İşte sınırlar, sözlü yaptırımlar olan yasaklarla, şer’î prensipler olarak yaşantısına dahil edilmiştir. Yine kendisine giden yolu farzlarla kolaylaştırmıştır. Diğer taraftan, perde gerisinde yaşayan ve nazarına ilk olarak perdedeki görüntüler ve ilişkiler çarpan insanın, bu ilişkileri özgürce sorgulayarak sebep-sonuç bağlantılarını aralayacak, bu bağlantılar arkasında kendini gösteren gerçeklere ulaşmaya vesile olacak bir donanıma ihtiyacı vardır. İşte bu nedenle akıl verilmiş ve tüm varlıklar aklın yorumlayabileceği bir ilişki ağı içerisinde yaratılmıştır. İnsanın mahiyetine, her türlü isteğin ve reddin yoğunlaştırılmış bir hali olarak tanımlayabileceğimiz bir öz olarak fıtrat yerleştirilmiştir. Fıtrat dediğimiz bu öz’ün, şuurla ciddi bir irtibatı vardır. Hakla batılı ayırt edebilmesi için şuur ikram edilmiş; fark ettiği noktada tavır koyabilmesi için, fıtratın ve şuurun birlikteliğinin bir diğer ismi olan vicdanla desteklenmiştir. Bilgilerini ve yaptıklarını hatırlayarak düşünebilmesi için hafıza ihsan edilmiştir. Düşüncelerinin görürcesine değerlendirilebilmesi için ise, hayal ekranı yerleştirilmiştir mahiyetine. Her türlü anlamı yoğunlaştırıp kavrayabilmesi, sevgiye dönüştürebilmesi için kalpler verilmiştir. Coşkulara dönüşme potansiyeli taşıyan yoğun nefret ve istek duyguları, her şart altında sıkıntıdan kurtulması için her yönle ilgilenen heva ve heves hisleri ihsan edilmiştir. Ve nihayet, ulaşılan tüm gerçeklerden ve kavranılan tüm özelliklerinden, sıfatlarından sonra, insana benlik duygusunu ikram etmiştir. Gerçek şudur ki, ben!’ ve benim!’ duygularını hissedebildiğimiz içindir ki, kim?’ ve kimin?’ sorularını sorabiliyoruz. Bu benim!’ diyebildiğimiz içindir ki, bu kainat kimin?’ sorusunun peşine düşebiliyoruz. Yine, merhamet edebilir, şefkati, hayayı, adaleti duyumsayabilir, sevgiden, nefretten, aşktan nasip alabilir bir mahiyetle yaratıldığımız ve bu özelliklerimizi sahiplenebilecek bir benlik duygusu ikram edildiği içindir ki; Zât’ı Akdes’in sevgisini, şefkatini, yaratmadaki coşkularını farkında bile olmadan kıyas yaparak kavrayabiliyoruz. Şefkât duygusu verilmeseydi bize veya hayvanlarda olduğu gibi benliğimizle ilintilendirilmeseydi, O’nun şefkatini sorgulama ve nihayet kıyas yaparak kavrama imkânını bulabilecek miydik? Nihayet; nihayetsizliği, mutlakiyeti düşünebilecek miydik? Ve sıfatlarını ve coşkularını kendi varlığımızdaki sıfatlara ve coşkulara kıyasen bir derece yanaştığımız bu Zât’ı Akdes’i kavramaktan ne derece aciz olduğumuzu kavrayarak, O’na en yakın noktaya gelebilecek miydik? Özetle insan, zor altında kalmaksızın O’nun yaratmasındaki kemâli, sıfatlarındaki nihayetsizliği ve nihayetsiz güzelliği, Zât’ındaki tarifi mümkün olmayan coşkuları kavrayabilmek için; bu kavrayışındaki anlamları özgürce tasdik’, coşkularıyla ifade’, gıyabında, sözlü olarak ilan’ ve görmedikleri Rablerinin huzuruna, görürcesine bir yakınlık içerisinde sunmak’; nihayet, O’nun kavranmaktan da yüce olduğunu kavramak’ üzere yaratılmıştır. Yani, varoluşunun gayesi, yarattığı varlıkları seven, bu sevgisini ikramlarla ortaya koyan, özellikle insana karşı özel bir sevgisi ve özenli bir muamelesi olan, bu sevgisini ve özenini, binbir ihsan ve rahmet yansımalarıyla ispat eden Allah’a karşı; ibadetleriyle bu sevgiye layık olduğunu ispat etmesi, ubudiyetiyle bu sevgiyi geliştirmesi ve O’na yakınlaşmaya çalışmasıdır. Bu çabanın son basamağındaki engel, Yaratıcısına ulaşan yolda yıkması gereken son duvar, insanın kendi benliğidir. İnsan, ilahî bir ikramla bu engeli de aştıktan sonra, meleklerin ulaşmasının mümkün olmadığı noktaya varmış, onların aşmaları mümkün olmayan bir engeli de aşıp, melekleri Âdem’e secde ettirten o hakikate râm olmuş olacaktır. Dipnotlar 1— İsraftan ve malayani iştigalden münezzeh olan Allah’ın insanı yaratması ve dünyanın karışık zeminine göndermesinin arkasında, şanına yakışır maksatların olması gerekliliğini dikkate alarak sorgulamaya devam etmenin, tüm kâinatta kendini gösteren hikmet ve rahmetin gereği olduğunu unutmadan... 2— Daha geniş açıklama için - “Söyleşip paylaşarak çoğalmak için” adresli web sitesindeki, Seminerler bölümündeki “Kötülenen Üçlü Akıl, Nefis ve Ene” isimli makaleye müracaat edebilirsiniz. kaynak Aradığınız kelime sarı renk ile işaretlenir. Yazı boyutu WhatsApp Yazıcı İnsan niçin yaratıldı Sual İnsan niçin yaratıldı, vazifesi nedir?CEVAPİmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor kiBütün varlıkların hülasası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak keyf sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazifelerini yapmak için, Rabbine itaat, tevazu, kuvvetsizliğini, ihtiyacını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselamın bildirdiği ibadetlerin hepsi, insanlara faydalı şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emredilmiştir. Yoksa, hiçbir ibadetin Allahü teâlâya faydası yoktur. Candan teşekkür ederek, minnet ile ibadet yapmalı, tam teslim olarak emirleri yapmaya ve yasaklardan kaçınmaya çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde, kullarını, emir ve yasaklar vermekle şereflendirdi. Her şeye muhtaç olan, biz kulların, bu büyük ihsana, bol bol teşekkür etmemiz, bunun için de, emirleri yapmaya candan sarılmamız gerekir. 73. MektubAllahü teâlâ, her şeyin sebepsiz, şartsız, maliki, hepimizin sahibidir. Bütün insanlar, Onun kullarıdır. Kullarına verdiği her emri ve her şeyi istediği gibi kullanması, hep yerindedir ve faydalıdır. Bunda, zulüm olamaz. Memurlar âmirlere, kullar sahiplere emirlerin, işlerin sebebini soramaz. Akla uygun, bundan daha açık bir şey insanları Cehenneme koyup, sonsuz azap yapsaydı, kimin bir şey söylemeye hakkı olabilirdi? Çünkü, kendi yarattığı, yetiştirdiği mülkünü kullanıyor. Başkası yok ki, onun mülküne tecavüz olsun ve zulüm denilebilsin. Halbuki, insanların kullandığı, öğündükleri mallar, mülkler, hakikatte onların değil, hepsi, Onundur. Bizim bunlara el uzatmamız, karışmamız, hakikatte zulümdür. Allahü teâlâ, bu dünyanın düzeni için ve bazı faydalara yol açması için, bunları bize mülk kılmış ise de, hakikatte hepsi Onundur. O halde, bizim bunları, asıl sahibinin mubah ettiği, izin verdiği kadar kullanmamız yerinde olur. 266. mektub[Bugün bile, Allahü teâlâyı inkâr eden, İslamiyet’i beğenmeyen, cahilliğin verdiği cesaret ve taşkınlıkla öğünen cemiyetlerin, Allahü teâlânın emirlerinden çoğunu benimsedikleri göze çarpıyor. Bütün insanların, din ahlakından uzaklaştıkça, geçimsizlik, sefalet, işkence, sıkıntı ile kıvrandıkları görülüyor. Fen aletleri, medeni vasıtalar, akıllara hayret verecek şekilde, ilerlediği halde, dünyadaki huzursuzluğun, insanlıktaki sıkıntının azalmadığı, arttığı, ibretle görülüyor.]“Sizi boş yere mi yarattık?” Sual Bir arkadaş “ Hiçbir şey kendiliğinden olamayacağı için Allah’a inanıyorum, ama dinlere, Peygamberlere, ahirete inanmıyorum” diyor. Buna ahiretin varlığını nasıl inandırabilirim?CEVAPArkadaş sözünde samimi değildir. Çünkü Nasreddin Hocanın, doğduğuna inanıyorsun da öldüğüne niye inanmıyorsun dediği gibi, “Ben öğrenciyim ama, öğretmene, derse, imtihana inanmam denir mi? Ben kanuna inanırım ama, savcıya, mahkemeye inanmam denir mi?İstisnalar hariç, bütün fen adamları, bu kâinatın kendiliğinden var olmadığını, bir yaratıcısının bulunduğunu ittifakla bildirmişlerdir. Fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanlar, bir karıncayı, bir kuşu, bir arpa tanesini yaratamaz. Akıllı ve bilgili bir kimse, kâinata bakınca, çok intizamlı yaratıldığını görür. Bunun kendiliğinden olmadığını anlar. Başıboş yaratılmayan insanın, ne yapması gerektiğini Peygamberleri vasıtası ile, kitaplar göndererek bildirmiştir. Son Peygamber olan Muhammed aleyhisselama gönderilen kitabı ise Kur'an-ı kerimdir. Kur'an-ı kerim çok veciz olduğu için, Peygamber efendimiz bunu hadis-i şerifleri ile açıklamıştır. Hadis-i şerifler de, diğer insanların sözlerine göre veciz olduğu için, bizlerin kolayca anlayabilmesi için âlimler bunları açıklamıştır. Bu, doktor ve eczacının ilacı hastaya verirken, aç karnına-tok karnına, sabah akşam birer tane, suyla iç, sütle içme gibi tarifine benzetilebilir. Kur'an-ı kerimde insanın niçin yaratıldığı bildirilmiştir Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. [Zariyat 56] Allahü teâlâ, “Emrime uyan Cennete, uymayan ise Cehenneme gidecektir” buyurmuştur. İbadetlerin faydası Allahü teâlâya değil, herkesin kendinedir. Maaşla çalışan bir doktor, bir hastaya ilaç verse, ilacın doktora faydası yok diye o ilacı kullanmamak akla uygun değildir. Zehir içsem doktora ne zararı olur diyerek zehir içmesi de ahmaklıktır. İşte, günahlarımın Allah’a bir zararı yok diyerek, her çeşit günahı işlemek akıllı insanın yapacağı iş değildir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki Akıllı kimse, Allah’a ve Peygamberine inanan ve ibadetlerini yapandır. [ Öldükten sonra başına gelecekleri düşünmeyene, kendisini ebedi tehlikeye atana akıllı denebilir mi? Kur'an-ı kerimin çok yerinde, Düşünmüyor musunuz? diye ikaz edilmektedir. Hadis-i şerifte, Aklı olmayanın dini de yoktur buyurulmuştur. Tirmizi Her insanın yaptığı ibadetin faydası kendisinedir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki Kim, [ibadetlerini yapar ve günahlarından] temizlenirse, faydası kendisinedir. [Fatır 18] Benim ibadetime Allah’ın ihtiyacı yok diye, yanlış düşünen kimse, perhiz yapmayan hastaya benzer. Bu hastasına doktor, perhiz tavsiye ediyor. Bu ise, “Perhiz yapmazsam doktora hiç zararı olmaz” diyerek, perhiz yapmıyor. Evet doktora zararı olmaz, ama kendine zarar vermektedir. Doktor, kendine faydası olduğu için değil, onun hastalıktan kurtulması için, perhiz yapmasını tavsiye etmiştir. Doktorun tavsiyesine uyarsa, şifa bulur. Uymazsa ölür gider. Tabibin bundan hiç zararı olmaz. Bunun gibi, Allah’ın benim ibadetime ihtiyacı yok diyerek ibadetten kaçanlar da, Cehenneme Masum hazretleri buyurdu kiAllahü teâlâ, insanları başıboş bırakmadı. Her istediklerini yapmaya izin vermedi. Nefslerinin arzularına tabi olmalarını, böylece felaketlere sürüklenmelerini dilemedi. Rahat ve huzur içinde yaşamaları ve sonsuz saadete kavuşmaları için gereken faydalı şeyleri yapmalarını emretti. Zararlı şeyleri yapmalarını yasak etti. Saadete kavuşmak isteyen, dine uymaya mecburdur. Nefsinin ve tabiatının, dine uymayan arzularını terk etmesi gerekir. Dine uymazsa, sahibinin, yaradanının gadabına, azabına düçar olur. Dine uyan kul, mesut, rahat olur. Sahibi onu sever. Dünya ziraat yeridir. Tarlayı ekmeyip, tohumları yiyerek zevk ve safa süren, mahsul almaktan mahrum kalacağı gibi, dünya hayatını, geçici zevklerle, nefsin arzularını yapmakla geçiren de, ebedi nimetlerden, sonsuz zevklerden mahrum olur. Bu hâl, aklı başında olanın kabul edeceği bir şey değildir. Sonsuz lezzetleri kaçırmaya sebep olan geçici ve zararlı lezzetleri tercih etmez. Dine uymak için, önce Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden anlayıp bildirdikleri Akaide uygun iman etmek, sonra haram, yasak edilmiş olanları öğrenip bunlardan sakınmak, daha sonra, yapması emr olunan farzları öğrenip yapmak gerekir. Bunları yapmaya İbadet etmek denir. Haramlardan sakınmaya Takva denir. [ gayesiSual Allah, dünyayı ve insanları niye yarattı? Niye bir kısmını Cennete, bir kısmını da Cehenneme koyacak?CEVAPAllahü teâlâ dünyayı ve kâinatın tamamını insan için yarattı. Bitkileri, hayvanları, su, taş, toprak, maden gibi her şeyi insanın faydalanması için yarattı. İnsanları da, kendisini tanımaları ve kendisine ibadet etmeleri için yarattı. Bu tanımanın ve ibadetin faydası da, yine insanlaradır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor kiAllahü teâlâ, hiçbir şey için, hiçbir şeye muhtaç değildir. Yaratılmakla, biz kıymetlendik, şereflendik. Zâriyat suresinin, İnsanları ve cinleri, bana ibadet etmeleri için yarattım mealindeki 56. âyet-i kerimesindeki ibadet etmeleri için ifadesi, beni tanımaları için demektir. Yani, Allahü teâlâyı tanımak, inanmak için yaratıldık. Hadis-i kudside, Tanınmak için, her şeyi yarattım buyurması, Beni tanımakla şereflenmeleri için demektir. 1/266Cennet ve Cehennem de, insanların amellerine göre yaratıldı. İman edip iyi işler yapanlar Cennete, iman etmeyenler Cehenneme gidecek ve hepsi orada sonsuz kalacaktır. Hiç kimseye zulmedilmeyecek, orada herkes yaptığının karşılığını sebebiSual Allah’ın İnsanları, beni tanımakla şereflenmeleri için yarattım dediği bildiriliyor. Kâfirler, Allah’a inanmadıkları için tanımış olmuyorlar. Tanımayınca yaratılmalarının sebebi nedir?CEVAPKur’an-ı kerimde, İnsanları bana kulluk etmeleri için yarattım buyuruluyor. İnananlar kulluk edip şerefleniyorlar. Kâfirler inanmadıkları için bu şereften mahrum kalıyorlar. Böylece imtihanı kaybetmiş oluyorlar. Kâfir de ahirette tanıyacak; ama bu tanıması, müminin tanımasından çok farklı olacaktır. Mümin Allahü teâlâyı görmekle şereflerin, nimetlerin, en büyüğüne kavuşacak, kâfir ise, görünce azapların en büyüğüne maruz kalacaktır. Kâfirlerin, kıyamette Allahü teâlâyı görmesi, Cehennem azabından çok daha şiddetli olacaktır. Türkçe karakterler İhlas VakfıDünya İçin Paylaşma Vakti Online Bağış Yapmak İçin Error 522 Ray ID 7383f1283be1b816 • 2022-08-09 223157 UTC AmsterdamCloudflare Working Error What happened? The initial connection between Cloudflare's network and the origin web server timed out. As a result, the web page can not be displayed. What can I do? If you're a visitor of this website Please try again in a few minutes. If you're the owner of this website Contact your hosting provider letting them know your web server is not completing requests. An Error 522 means that the request was able to connect to your web server, but that the request didn't finish. The most likely cause is that something on your server is hogging resources. Additional troubleshooting information here. Cloudflare Ray ID 7383f1283be1b816 • Your IP • Performance & security by Cloudflare Hikmet ehli zatlar buyuruyor kiİnsan niçin yaratıldı? Allahü teâlâ insanları niye yarattı? Rabbimiz insanı, kendisini tanımakla ve ona kulluk etmekle şereflenmesi için yarattı. Yaratılış gayesini bilmeyen insan, hep sıkıntı içinde zaman kendimize, Dünyaya niçin geldik, geliş gayemiz nedir? diye sormak gerekir. Hepimiz Allah’ın kullarıyız. O, kullarına ne isterse yapar. O ne isterse, yapmak mecburiyetindeyiz. Ne yaparsak yapalım, Onun rızası için yapmamız gerekir. Hac Onun için, namaz Onun için, hediyeleşmek Onun için, para Onun için, yani her şey Onun için olmalı. Eğer Onun için değil de başkası içinse, felaket dostluk, düşmanlık, sevgi, nefret, hatıra ne gelirse, burada Rabbimizin emri ne, yasağı ne, rızası ne, onu düşünmek zorundayız. Aksi halde nefsimizin istediğini yapmış oluruz ki, bu çok baba, sadece dünyaya gelmemize sebeptir. Su, hava, ekmek de sebeptir. Bunlar olmasa yaşayabilir miyiz? Ama biz, onlar için yaratılmadık, Allah için yaratıldık. Bu sebeplerin hepsine hürmetimiz var; fakat biz onların değil, Allah’ın kuluyuz. Eğer Onun rızasını gözetmeden, ana babamıza yıllarca, hatta asırlarca hizmet etsek, zerre kadar kıymeti gibi, Hazret-i Ali’yi Peygamber efendimizden ayırarak seven, ayrı bir din gibi gören küfre girer. Ehl-i beytin ve Eshab-ı kiramın hepsini sevmeliyiz; ama Cenab-ı Peygambere iman ettikleri için, Ona tâbi oldukları için sevmeliyiz. Bütün müslümanları da bunun için Allah’a ortak koşmaktır, en büyük felakettir. Allah var, şeriki yani ortağı yoktur. Allahü teâlâ, Şirk hariç her günahı affedebilirim; ama şirki affetmem buyuruyor. Şirki affetmem demek, Şirk üzere [imansız] ölenleri affetmem demektir. Yoksa bir müşrik, Müslüman olunca onu içtiğimiz, çalıştığımız, konuştuğumuz, dinlediğimiz, yazdığımız her şey, yani bütün yaptıklarımız Allah için olmalı; çünkü Cenab-ı Hak Kur’an-ı kerimde mealen, Kim Allah içinse, Allah da onun içindir buyuruyor. Hiçbir köle, iki evin birden kölesi olamaz. Ya o evin kölesi oluruz, ya bu evin kölesi oluruz. Hem nefsimizin kölesi, hem de Allah’ın kölesi olamayız. İkisinin de kölesi oluruz dersek, kendimizi kandırmış oluruz. Sadece nefsimizin kölesi olmuş oluruz, Rabbimizin kölesi olmamış teâlâyı, her şeyimizi yaratan Rabbimizi bırakıp da, başkasına tapmamız olacak şey değildir. Her şeyi Rabbimiz veriyor, biz kime teşekkür ediyoruz? Rabbimiz bizi görüyor, işitiyor, yani ne yapıyorsak biliyor; ama biz utanmadan Ona isyan edersek, bunun vebali büyük önce tevbe eden, geç kalmamıştır. O halde hemen tevbe edip, kendimize gelmek zorundayız.

allahu teala insanları neden yarattı